9 Kasım 2018 Cuma

Modern müziğe yolculuk - 1





            İnsanoğlunun müziği ne zaman, nasıl keşfettiği insanlık tarihiyle alakalı pek çok bilinmezden biri olsa da, taşlar ve kemik par çalarının insanların ilk enstrümanları olduğu ve müzik deneyiminin öncül örneklerinin bu aletlerle ortaya çıktığı varsayılmaktadır. Henüz konuşma yeteneği edinmemiş küçük çocukları gözlemlediğimizde de, dürtüsel olarak benzer şekilde ritimsel kalıpları kullandıklarını ve gerek çeşitli gereçleri kullanarak, gerek el çırparak, gerekse heceleyerek ritmik sesler çıkardıklarını görebilir ve ilk insanların müziği ile ilgili fikir edinebiliriz.

            Dilin tek başına etkili kullanılmadığını var sayacağımız bu çağlarda müzik, iletişimi kolaylaştıran bir araç olarak düşünülebilir. Ancak daha önemlisi, insanın kendini ifade etmekten ziyade tabiattaki sesleri taklit ederek doğa olaylarına hakim olmak,  yabani hayvanlardan korunmak ve büyü, tapınma gibi amaçlarla müzik yaptığı öngörülmektedir. Bu ölçekte müzik yapmak amaç değil, çeşitli şeyler için araç olarak kullanılmış, insanoğlu müziğin işlevsel yönünden faydalanmıştır.

Araştırmalar; ilk çağlardan, nispeten yakın geçmişe kadar müziğin keyif aracı olarak veya mesleki amaçla icra edilen bir olgu olmadığını ortaya koymaktadır. Öyle ki; bu gün dinlerken bizi sakinleştirmesini, ruh dinginliği ve zihinsel rahatlama sağlamasını beklediğimiz müzik, büyük olasılıkla söz konusu eski çağlarda çoğu zaman yüksek ses şiddeti oluşturarak, tehdit oluşturan başka canlılara gözdağı vermek ve insanın cılız sesini, doğanın ruhlarına veya tanrılarına duyurabilmek gibi amaçlarla yapılıyor, dolayısıyla bu günkü “güzel” algımıza göre büyük farklılık gösteriyordu.

Müziğin yapı ve süreç tandanslı değerlendirilmesi noktasında, yazılı kaynaklar bakımından diğer kültürlere oranla daha fazla bilgi edinebildiğimiz; eski Mısır, Hint, Yunan ve Çin kaynaklarından yola çıkarak, müziğin eski çağlarda“tek sesli” olduğunu görebiliriz. Bu müzikal gelenekleri genelleyerek; “tek seslilik” ana başlığında ele almış olmamıza karşın, tüm bu kültürlerde farklı yapıların ve anlayışların olduğunu göz ardı edemeyiz.

Konuyu biraz daha detaylı irdeleyecek olursak bilinen en eski müzik Çin müziğidir. Çin müziği ve çalgıları zamanla çevre ülkelere ve Avrupa'ya da yayılmıştır. Çinli düşünür Konfüçyüs, müziğin eğitimde ve devlet yönetimindeki etkisini detaylı olarak irdelemiştir. Konfüçyüs; “Müzik devlet kurar, devlet yıkar”  diyerek, daha 2500 yıl önce, müziğin etki gücüne işaret etmiştir. Yine Konfüçyüs’ün; “Bir ülkenin doğru yönetilip yönetilmediğini, ahlak açısından yücelip yücelmediğini anlamak mı istiyorsunuz? O ülkenin müziğini dinleyiniz.” Sözleri Çin kültüründe müziğe nasıl yaklaşıldığının manifestosu sayılabilir.

Çin'in ses dizisi 12 notaya dayanır ve do-sol-re-la-mi seslerinden meydana gelen, 5 sesli pentatonik dizi içinde ortaya çıkmıştır.

Bir diğer önemli kültür olan antik Mısırda ise, müziğin dini ritüellerde ve günlük yaşamda sıkça kullanıldığı, hatta kadınların eğlence amaçlı olarak da müziğe dans ile eşlik ettikleri bilinmektedir. Bu kültüre dair bulunan hiyeroglifler, bu tespiti doğrularken, antik Mısır kültüründe başta flüt ve arp olmak üzere def, darbuka, sistron, trompet, çitara, su ile işleyen org en çok kullanılan enstrümanlardır.

Orta Asya müzik kültürlerinde ise en iyi örnek Hint müziğidir. Bu müzik kültüründe müzik doğaçlama yapılır. Bunun yanı sıra Hint müziği makamsal bir müziktir. Hint makamları “Raga” ismiyle anılır. Bilinen 132 Raga vardır. Her Raga değişik zamanlarda, farklı görevler için kullanılır. Tambura, vina, sitar ve davul Hint müzik kültüründe önemli bir yere sahiptir.

Müziğin yapısal gelişimi açısından en önemli müzik kültürü ise antik Yunan olarak kabul edilir. Çünkü antik Yunan müziği, Asya ve Avrupa kıtalarının sınır noktasında ortaya çıkmasının da etkisiyle geçirgenliğe daha açık bir müzik olmuş, Avrupa müziğinin, Asya müziğindeki enstrüman çeşitliliğinden de yararlanarak şekillenmesine zemin hazırlamıştır.

Antik Yunan'da dans, şiir ve dinsel törenler birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İlk Ilyada ve Odessia'da müzik, tanrısal bir uyarı ve insan kişiliğini etkileyen bir güç olarak belirtilir. Antik Yunan müziği de her ne kadar tek sesli bir yapıda olsa da, Pisagor’un çalışmaları sayesinde, bu gün dünya genelinde kabul gören ve 7 notadan oluşan nota sisteminin temelleri antik Yunan’da atılmıştır. Yine Bu kültürde ortaya çıkan müzikal gelenek, bu gün yaygın olarak kullanılmakta olan çağdaş çok sesli müziğin temellerini oluşturmaktadır.

Müziğin yapısal evrimindeki en önemli dönüm noktası ise 9. Yüzyıl olmuştur. Bu döneme kadar, çok sesli (Polifonik) müzikten söz edemezken,  9. yüzyılda Paris’teki Notre Dame kilisesinde çok sesli müziğin ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. Bu zamana kadar estetik kaygısından daha çok, işlevselliğin önemsendiği müzik, bu noktadan sonra giderek estetik kaygısının daha öne çıktığı bir olguya evrilmeye başlamıştır. Çünkü çok seslilik kavramı, orkestrasyon gerektiren, farklı enstrümanların birlikte belli bir uyum ve disiplin çerçevesinde hareket etmesiyle dinleyiciye de, icracıya da o zaman kadar tanık olmadıkları bir müzik deneyimi sunmuştur.

Elbette müziğin bir sanat alanı olarak kabul görmesi ve sonrasında sektörel bir faaliyete dönüşmesi, ilk çok sesli örneklerden sonra, yüzlerce yıl sürmüştür. Ancak çok seslilik kavramı; müzikte çağdaşlık, elitistlik, sınıflar arası sınırsallık gibi kavramları da beraberinde getirmiş ve ortaya bu sınırsallığa tepki olarak sayısız türün çıkmasına da neden olmuştur.

KAYNAKÇA
 Alaftan, Sadi, Tek Sesli Müzikten, Çok Sesli Müziğe (Kasım 2018)
http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/hgdmakale/2015-2/24.pdf (Adresinden Alıntıdır)
Sarı, Emre, Müzik Tarihi, Nokta E-book Publishing, 2016
Deren, Seçil, Kültürel Batılılaşma, Leiden Üniversitesi, Mart 2002.
Mimaroğlu, İlhan; Müzik Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul, 1990.
Öztuna,Yılmaz, “Majör ve Minör Gamlar”, Türk Musikisi Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1974, Cilt: 2.

Müzikte Estetik ve Değişim


             
            İnsanlık tarihi ile ilgili ulaşılabilen en eski kaynaklarda bile, insanların farklı amaçlar için de olsa, bugün “sanat eseri” olarak nitelediğimiz pek çok eseri ortaya çıkardıklarını anlayabiliriz. Bu eserler arasında, her ne kadar çoğu günümüze aktarılamamış olsa da, müziğin çok önemli bir yere sahip olduğunu biliyoruz.

İlk çağlarda bir sanat eserinin ortaya çıkışı, ne kadar işlevselliğe yönelik olsa da, teknik ve teknoloji geliştikçe resim ve heykel gibi eserlerin işlevi kadar, göz zevkine hitap etmesi için de gayret sarf edildiğini görürüz. Bu tespite göre; insanlığın her çağda estetik eğilimi olduğunu öne sürmek mümkündür.

            Peki, nedir bu estetik? Bir olgunun estetiği neye göre ölçülür ya da bunu kimler, hangi değer yargıları ile toplumun önüne sürmektedir? İşte bu sorular, tarihler boyunca farklı yaklaşımlara göre, farklı şekillerde cevap bulmaktadır. Özellikle filozofların müzik ve estetik konusunu eserlerinde sıkça ele aldıkları görülmektedir.  Müzik, bir Yapıcıya, bir Uygulayıcıya, bir Dinleyiciye, bir de Eleştiriciye ihtiyaç duyduğu için, kendine özgü bir oluşum-gelişim süreci içinde oluşmaktadır. Ayrıca, müziği yapan, yaptığını çoğunlukla dinleyiciye kendisi iletemiyor, bir aracıya gerek duyuyor. Bu aracıyı yerine göre “sanatçı”, “virtüöz”, “okuyucu” olarak belirtebiliriz. O halde müzik sanatına hayat vermede, öteki sanat dallarına karşıt anlamda bir gerçek var; yani: “Yapıcı-Uygulayıcı-Dinleyici-Eleştirici ”den oluşan dörtlü bir çabanın ortak katkısı, apaçık görünen bir gerçek.

            Bu noktada, istesek de istemesek de, müzik sanatına da yöneltilecek olan “Güzel!” yargısının, yani estetik bir yargının niceliği ve niteliği üstünde durmamız, düşünmemiz gerekiyor. O halde “güzel” sözcüğünü estetik bir terim olarak değerlendirebilmenin uyacağı prosedür nedir? İşte böylesine bir sorun karşısında, her şeyden önce, büyük filozof Immanuel Kant’a (1724-1804) yönelip, bu akılcı insanın, “Güzellik Yargısını nasıl yorumladığını kısaca incelemek gerek.

            Kant’a göre, güzelin ve güzelliğin vereceği heyecanı, bir anda ve düşünmeden oluşturuvermişsek, o yargı “a priori” yargıdır, yani Kant’a göre, herhangi bir ön hazırlıktan beslenen bir bilgiye, deneye ve bulguya dayanmadan ve deneyi ancak yargının verildiği anda kendisiyle birlikte getiren yargı, “a priori” yargıdır. Yine Kant’a göre, önceden yapılmış bir hazırlığa, deneye, bilgiye ve bulguya dayanarak ve düşün potansiyelinden de gereğince yararlanarak oluşan bir yargı ise, “a posteriori” yargıdır. Buna karşın bazı düşünce akımlarına göre güzellik ve estetik kişiden, kişiye değişiklik göstermektedir. Toplumların sahip oldukları değer yargıları, sanattaki estetiğin değerlendirilmesi noktasında büyük rol oynamaktadır.

Müzik konusunda konuda birbirinden farklı olan görüşler olduğu gibi, bu farklılıkların arasında ortak yaklaşımlar da mevcuttur. Örneğin; biri antik Yunan’da, diğeri eski Çin’de olan iki farklı düşünürden, Pythagoras ve Konfüçyüs bu konuda pek çok farklı görüşe sahip olsalar da; müziği, birbirine koşut olarak varlık bilimsel ve insan bilimsel tarzda ele almış, daha sonraki yüzyıllarda müzik felsefesinde belki de en etkin ve yaygın bir anlayış olarak görülecek olan ‘duyusal-etki öğretisini’ benimsemişlerdir.

Tüm bu önermelerden ve fikirlerden yola çıkacak olursak, müzikte ve sanatta estetik algısının zamana ve kültür farklılıklarına göre farklı yorumlandığı ve sürekli bir değişim içerisinde olduğu yargısına varabiliriz.
           
           
Kaynakça;

ALTAR. C. Memduh (2018, Kasım). ESTETİK YÖNLERİYLE MÜZİK

http://cevadmemduhaltar.com/estetik-yonleriyle-muzik.html/ adresinden alındı.
Mutlu. Kubilay ( 2018, Kasım). MÜZİKSEL ALGILAMADA TEORİ PRATİK BAĞLANTISI (NEXUS): SOSYOKÜLTÜREL BİR MUTABAKAT OLARAK PERDE (PITCH)
Didem Hoca. (2018, Kasım). Sanat Felsefesi Ve Estetik.

Farksız'lıklarımız Üzerine...



Evreni; ilk anından bu yana incelemek, insanı varlığıyla ilgili sayısız şaşkınlığa düşürüyor.  Bir yandan hepimizin, gezegenimizden milyarlarca ışık yılı uzaktaki yıldızların birer parçası olduğumuz gerçeği, diğer yandan mikro kozmos ölçeğinde hayatımızı paylaştığımız organizmalar ve enerjinin farklı bir hali olarak bildiğimiz tüm somut şeyleri oluşturan atomlar ve atom altı parçacıklar. Ünlü felsefeci Manly Palmer Hall’ın “Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini” sözü aslında evrendeki yerimizin en gerçekçi ifadesi değil mi?

Hubble’dan bu yana, henüz 13,7 milyar ışık yılı kadarını fark edebildiğimiz evrenin her zerresindeki continuum başta çılgınca gelebilir, ancak birbirleriyle alakasız gibi görünen şeylerin, aynı amaç için bir araya gelişi, yaşamı daha anlamlı kılar.

Evrendeki Continuum’dan bahsederken, sadece zıtlıkları ve ortaklıkları ele almak, güneşin sadece bir gök cismi olduğunu söylemek kadar yersiz bir yaklaşım olur.  Nasıl ki güneş, dünyamız için, hem ısı, hem ışık, hatta yaşam kaynağı ise, evrendeki continuum da içerisinde zıtlıklar, ortaklıklar barındırdığı gibi; sistemli bir süreklilik ve tüm bunlarla ilintili bir estetik barındır.

Mesela eski Roma’daki çok tanrılı inanışlarda, tanrıları kutsamak için kullanılan heykellerin ve resimlerin,  tek tanrı inancına sahip kiliselerdeki resim, heykel hatta müzik gibi sanat dallarına yansımaları, Continuum olgusunun estetik üzerindeki etkileri için de iyi bir örnek olacaktır.

Sonuç olarak farklılıklarımız ne kadar çok olursa olsun, bedenlerimiz de, ruhlarımız da her zerresine kadar birbirine ve evrenin geri kalanına doğrudan bağlıdır. Üstelik bu bağ, içerisinde sayısız uyumsuzluk ve düzensizlik olsa da zamanın başlangıcından, evrenin sona erişine kadar tartışılmaz bir süreklilik içerisinde bizi biz yapar. İşte yaşamı anlamlı kılan bu Continuumdur.